13 Haziran 2012 Çarşamba

Peygamber Efendimizin Veda Hutbesi

Peygamber Efendimizin Veda Hutbesi


Ey İnsanlar!
Sözümü iyi dinleyiniz! Bilmiyorum, bu seneden sonra sizinle burada belki de bir daha hiç buluşamayacağım.

İnsanlar!
Bugünleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz (Mekke) nasıl mukaddes bir şehir ise, canlarınız, mallarınız, namuslarınız da öyle mukaddestir, her türlü tecavüzden korunmuştur.

Ashabım!
Yarın Rabbinize kavuşacaksınız ve bugünkü her hal ve hareketinizden muhakkak sorulacaksınız. Sakın benden sonra eski sapıklıklara dönüp de birbirinizin boynunu vurmayasınız.

Bu vasiyetimi burada bulunanlar, bulunmayanlara bildirsin! Olabilir ki bildirilen kimse, burada bulunup doğrudan işitenden daha iyi anlayarak muhafaza etmiş olur.

Ashabım!
Kimin yanında bir emanet varsa onu sahibine versin! Faizin her çeşidi kaldırılmıştır, ayağımın altındadır. Lakin borcunuzun aslını vermeniz gerekir. Ne zulmediniz, ne de zulme uğrayınız. Allah'ın emriyle faizcilik artık yasaktır. Cahiliyeden kalma bu çirkin adetin her türlüsü ayağımın altındadır. İlk kaldırdığım faiz de Abdülmüttalib'in oğlu (amcam) Abbas'ın faizidir.

Ashabım!
Cahiliye devrinde güdülen kan davaları da tamamen kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan davası Abdülmüttalib'in torunu (amcazadem) Rebia'nın kan davasıdır.

İnsanlar!
Bugün şeytan, sizin şu topraklarınızda yeniden tesir ve hakimiyetini kurmak gücünü ebedi surette kaybetmiştir. Fakat siz, bu kaldırdığım şeyler dışında, küçük gördüğünüz işlerde ona uyarsanız bu da onu memnun edecektir. Dininizi korumak için bunlardan da sakınınız.

İnsanlar!
Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allah'tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları, Allah emaneti olarak aldınız; onların namuslarını ve iffetlerini Allah adına söz vererek helal edindiniz. Sizin kadınlar üzerinde hakkınız, onların da sizin üzerinde hakları vardır. Sizin kadınlar üzerindeki hakkınız, onların aile yuvasını sizin hoşlanmadığınız hiçbir kimseye çiğnetmemeleridir. Eğer razı olmadığınız herhangi bir kimseyi aile yuvanıza alırlarsa, onları te'dib edebilirsiniz. Kadınların da sizin üzerinizdeki hakları, meşru bir şekilde, her türlü yiyim ve giyimlerini temin etmenizdir.

Mü'minler!
Size bir emanet bırakıyorum ki ona sıkı sarıldıkça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. O emanet Allah'ın kitabı Kur'an'dır.

Mü'minler!
Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi belleyiniz! Müslüman müslümanın kardeşidir, böylece bütün müslümanlar kardeştir. Din kardeşinize ait olan herhangi bir hakka tecavüz helal değildir. Meğer ki gönül hoşluğu ile kendisi vermiş olsun.

Ashabım!
Kendinize de zulmetmeyiniz. Kendinizin de üzerinizde hakkı vardır.

İnsanlar!
Cenab-ı Hak her hak sahibine hakkını (Kur'an'da) vermiştir. Varise vasiyet etmeye lüzum yoktur. Çocuk kimin döşeğinde doğmuşsa ona aittir. Zina eden için mahrumiyet vardır. Babasından başkasına ait soy iddia eden soysuz, yahut efendisinden başkasına intisaba kalkan nankör, Allah'ın gazabına, meleklerin lanetine ve bütün müslümanların ilencine uğrasın! Cenab-ı Hak, bu gibi insanların ne tövbelerini ne de şehadetlerini kabul eder.

İnsanlar!
Yarın beni sizden soracaklar, ne diyeceksiniz?
"-Allah'ın elçiliğini ifa ettin, vazifeni yerine getirdin, bize vasiyet ve öğütte bulundun, diye şehadet ederiz" cevabını verdiler.

Bunun üzerine Hz.Muhammed (sav):
Şahit ol Ya Rab! Şahit ol Ya Rab! Şahit ol Ya Rab! dedi.

Aşere-i Mübeşşere (Cennet'le Müjdelenen On Sahabe)

Aşere-i Mübeşşere (Cennet'le Müjdelenen On Sahabe)


1. Hz. Ebûbekir (R.A.)

İlk evvela her şeyde ilk olduğu gibi burada da ilk adı zikredilecek olan Hz. Ebubekir; Mekke'de doğmuştur, 38 yaşında Müslüman olmuştur. Kur'ân-ı Kerim'de hicret sırasında Rasûlullah'la beraber olmasından dolayı, "... mağarada bulunan iki kişiden biri..." (et-Tevbe, 9/40) şeklinde ondan bahsedilmektedir. Asıl adı Abdülkâbe olup, İslâm'dan sonra Rasûlullah (S.A.V.)'in ona Abdullah adını verdiği kaydedilir. Azaptan azat edilmiş mânâsına gelen "atik"; dürüst, sadık, emin ve iffetli olduğundan dolayı da "sıddîk" lâkabıyla anılmıştır. Ebû Bekir adıyla meşhur olmuştur. Bedir savaşına kadar müşrik kalan oğlu Abdurrahman dışında bütün ailesi Müslüman olmuştur. Babası Ebû Kuhafe, Ebû Bekir'in halifeliğini ve ölümünü görmüştür. Hz. Ebû Bekir'in Rasûlullah (S.A.V.)'den bir veya üç yaş küçük olduğu zikredilmiştir. İslâm'dan önce de saygın, dürüst, kişilikli, putlara tapmayan ve evinde put bulundurmayan "hanif" bir tacir olan Ebû Bekir, ölümüne kadar Hz. Peygamber'den hiç ayrılmamıştır. Bütün servetini, kazancını İslâm için harcamış, kendisi sade bir şekilde yaşamıştır. Hz. Ebû Bekir, hayatı boyunca Rasûlullah'ın yanından ayrılmamış, çocukluğundan itibaren aralarında büyük bir dostluk kurulmuştur. Rasûlullah birçok hususlarda onun görüşünü tercih ederdi. Umûmî ve husûsî olan önemli işlerde ashâbıyla müşavere eden Peygamber (S.A.V.), bazı hususlarda özellikle Ebû Bekir'e danışırdı. Peygamber efendimizin vefatından sonra ilk halife olmuştur. Kurân-ı kerim onun zamanında toplanıp kitap haline getirilmiştir. Hilâfeti iki sene üç ay gibi çok kısa bir müddet sürmesine rağmen Hz. Ebû Bekir zamanında İslâm devleti, büyük bir gelişme göstermiştir. Hz. Ebû Bekir, hicrî 13. yılda Cemâziyelâhir ayının başında hicretten sonra Medine'de yakalandığı hastalığının ortaya çıkması üzerine yatağa düşünce, yerine Ömer'in namaz kıldırmasını istedi. Ashâbla istişâre ederek Hz. Ömer'i halifeliğe uygun gördüğünü söyledi. Ebû Bekir (R.A.) de, çok sevdiği Rasûlullah gibi altmış üç yaşında vefât etti. Vasiyeti gereği Rasûlullah'ın yanına -omuz hizasında olarak- defnedildi. Böylece bu iki büyük insanın, iki büyük dostun, kabirlerinde de birliktelikleri devam etti. Yalnızca yüz kırk iki hadis rivâyet etmiş veya ondan bize bu kadar hadis rivâyeti nakledilmiştir.
2. Hz. Ömer (R.A.)

«Gökte bir melek bulunmasın ki Ömer'e saygı duymasın. Yeryüzünde ise bir şeytan bulunmasın ki Ömer'den kaçmasın.» (Hadis-i Şerîf)
Hz. Ömer (R.A.), Fil Olayından on üç sene sonra Mekke'de doğmuştur. Kendisinden nakledilen bir rivayete göre o, Büyük Ficar savaşından dört yıl sonra dünyaya gelmiştir. Kaynaklar, Hz. Ömer (R.A.)'in Müslüman olmadan önceki hayatı hakkında fazlaca bir şey söylemezler. Ancak küçüklüğünde, babasına ait sürülere çobanlık ettiği, sonra da ticarete başladığı bilinmektedir. Hz. Ömer, sert bir mizaca sahip olup, İslâm'a karşı aşırı tepki gösterenlerin arasında yer almaktaydı. Sonunda o, dedelerinin dinini inkâr eden ve tapındıkları putlara hakaret ederek insanları onlardan yüz çevirmeğe çağıran Muhammed (S.A.V.)'ı öldürmeye karar vermişti. Kılıcını kuşanarak, Peygamberi öldürmek için harekete geçmiş, ancak olayın gelişim şekli onun Müslümanların arasına katılması sonucunu doğurmuştu. Rivayetlere göre Ömer (R.A.)'ın Müslüman oluşu, Resulullah (S.A.V.)'ın yapmış olduğu; "Allahım! İslâm'ı Ömer bin el-Hattab veya Amr bin Hişam (Ebû Cehil) ile yücelt" şeklinde bir duanın sonucu olarak gerçekleşmişti. Müslüman olduktan sonra sürekli Resulullah (S.A.V.)'ın yanında bulunmuş, onu korumak için elinden gelen gayreti göstermiştir. Ömer (R.A.), Medine dönemi boyunca İslam'ın yücelişini etkileyen bütün olaylara aktif olarak iştirak etmiştir. Resulullah (S.A.V.)'ın önemli kararlar alacağı zaman görüşlerine başvurduğu kimselerin başında Ömer (R.A.) gelir. Onun ileri sürdüğü görüşler o kadar isabetliydi ki; bazı ayetler onun daha önce işaret ettiğine uygun olarak nazil oluyordu. Resulullah (S.A.V.) onun bu durumunu şu sözüyle ifade etmekteydi:"Allah, hakkı Ömer'in dili ve kalbi üzere kıldı." Ömer (R.A.), bütün meselelere karşı net ve tavizsiz tavır koymakla tanınır. Resulullah (S.A.V.)'ın vefatının hemen peşinden ortaya çıkan karışıklığın Hz. Ebû Bekir'in halife seçilmesiyle yok edilmesinde Hz. Ömer büyük rol oynamıştır. Hz. Ebû Bekir'in kısa halifelik döneminde en büyük yardımcısı Ömer (R.A.) olmuştur. Hz. Ebubekirden sonra ikinci halife olmuştur. onun zamanında İslam devletinin toprakları çok genişlemiştir, başta Suriye ve Kudüs olmak üzere pek çok önemli fetih gerçekleştirmiştir, Adalette tavizsizliği ile ün yapmıştır. Hakkı batıldan ayıran anlamına gelen Faruk lakabı peygamber efendimiz tarafından ona verilmiştir. Hilafeti on yıldan fazla sürmüştür, Ebu Lülü adında bir köle tarafından hançerlenerek şehit edilmiştir. Kabri Hz. Ebubekir ile beraber peygamber efendimizin yanındadır.
3. Hz. Osman (R.A.)

Mekke'de doğmuştur, otuz dört yaşında iken Müslüman olmuştur. Resulullah (S.A.V.) risaletle görevlendirildiğinde Osman (R.A.), otuz dört yaşlarındaydı. O, ilk iman edenler arasındadır. Ebû Bekir (R.A.), güvendiği kimseleri İslâm'a davette yoğun gayret göstermekteydi. Onun bu çalışmaları neticesinde, Abdurrahman bin Avf, Sa'd bin Ebi Vakkas, Zübeyr bin Avvâm, Talha bin Ubeydullah ve Osman bin Affân iman etmişlerdi. Hz. Osman, cahiliyye döneminde de Hz. Ebû Bekir'in samimi bir arkadaşı idi Hz. Osman, iman ettiği zaman bunu duyan amcası Hakem bin Ebil-Âs onu sıkıca bağlayarak hapsetmiş ve eski dinine dönmezse asla serbest bırakmayacağını söylemişti. Hz. Osman (R.A.), ebediyyen dininden dönmeyeceğini söyleyince, kararlılığını gören amcası onu serbest bırakmıştı. Peşinden o, Resulullah (S.A.V.)'ın kızı Rukiyye ile evlenmişti. Mekkeli müşriklerin iman edenlere yönelttikleri baskı ve işkenceler yoğunlaşıp çekilmez bir hal alınca, Resulullah (S.A.V.), ashabına Habeşistan'a hicret etmeleri tavsiyesinde bulunmuştu. Hz. Osman'ın Habeşistan'a ilk hicret edenler arasında olduğu hakkında kaynaklar ittifak halindedirler. Servet ve mal bakımından çok zengin olduğu bilinir. Hz. Osman, hanımı Rukiyye ağır hasta olduğu için, Resulullah (S.A.V.)'in izniyle Bedir savaşından geri kalmıştı. Rukiyye ordu Bedir'de bulunduğu esnada vefat etmiş, Müslümanların zaferinin müjdesi Medine'ye ulaştığı gün toprağa verilmişti. Rukiyye'nin vefat edişinden sonra Resulullah (S.A.V.), Hz. Osman'ı diğer kızı Ümmü Gülsüm ile evlendirdi. Hicretin dokuzuncu yılında Ümmü Gülsüm vefat ettiğinde Resulullah (S.A.V.) şöyle buyurmuştu: "Eğer kırk tane kızım olsaydı birbiri peşinden hiç bir tane kalmayana kadar onları Osman'la evlendirirdim". Resulullah (S.A.V.)'in iki kızıyla evlenmiş olduğu için iki nûr sahibi anlamında, "Zi'n-Nureyn" lakabıyla anılır olmuştur. Ashabın en zenginlerinden biri olması, onun İslâm'a ve Müslümanlara herkesten çok maddi yardımda bulunmasını sağladı. Üçüncü halifedir. Hz. Osman, on iki sene hilâfet makamında kalmıştır. Bunun ilk altı senesi huzur ve güven içerisinde geçmiş ve hiç kimse yönetimin uygulamalarından şikayetçi olmamıştır. Kurân-ı kerim onun zamanında nüsha olarak çoğaltıldı. Son derece hayâ ve takva sahibi idi, geceleri sürekli namaz kılardı. O da şehit edilerek vefat etmiştir. Bu olaydaki en yürek burkan durum ise onun din kardeşlerinden azgın bir gurup tarafından şehit edilmesidir. Kabri, baki mezarlığındadır.
4. Hz. Ali (K.V.)

Hz. Ali küçük yaşından beri Resulullah'ın yanında büyüdü. On yaşında İslâm'ı kabul ettiği bilinmektedir. Hz. Hatice'den sonra Müslümanlığı ilk kabul eden odur. Hz. Peygamber ile Hz. Hatice'yi bir gün ibadet ederken gören Hz. Ali'ye Peygamberimiz şirkin kötülüğünü, tevhidin manasını anlattığında Hz. Ali hemen Müslüman olmuştu. Yüzünü hiç putlara dönmediği için farklı olarak o, "Keramullahu vecheh" olarak anılır. Hz. Peygamber, hicret etmeden önce elinde bulunan emanetleri, sahiplerine verilmek üzere Ali'ye bıraktı ve o gece Hz. Ali, Resulullah'ın yatağını da yatarak müşrikleri şaşırttı. Böylece Hz. Ali, Hz. Peygamber'i öldürmeye gelen müşrikleri oyalayarak onun yerine hayatını tehlikeye atmış, bu suretle Peygamber'e hicreti sırasında zaman kazandırmıştır. Hz. Ali, Bedir savaşından sonra Hz. Peygamber'in kızı Hz. Fâtıma ile evlendi. Nikâhını Hz. Peygamber kıydı. O zamana kadar Resulullah'la oturan Hz. Ali nikâhtan sonra ayrı bir eve taşındı. Hz. Ali'nin, Hz. Fâtıma'dan üç oğlu, iki kızı dünyaya geldi. Hz. Peygamber'in vefatı sırasında, hücresinde bulunanların başında geliyordu. Hz. Ebu Bekir halife seçildiği sırada Hz. Ali Resulullah'ın hücresinde tekfin ile meşgul idi. 

Hz. Ömer devrinde devletin bütün hukuk işleriyle ilgilenip adeta İslâm devletinin baş kadısı olarak görev yaptı. Hz. Ömer'in şehâdeti üzerine yine devlet başkanını seçmekle görevlendirilen altı kişilik şûra heyetinde yer alıp, bu altı kişiden en sona kalan iki adaydan biri oldu. 

Hz. Osman'ın hilâfeti döneminde idarî tutumdan pek memnun olmamakla birlikte İslâm devletinin muhtelif vilâyetlerinden gelen şikayetleri hep Hz. Osman'a bildirmiş ve ona hâl çareleri teklif etmişti. Hz. Osman'ı muhasara edenleri uzlaştırmak için elinden gelen gayreti sarf etti. Hz. Osman'ın şehâdetinden sonra İslâm'ın ileri gelen şahsiyetleri ona bey'at ettiler. Ancak onun bu dönemi Allah'ın bir takdiri olarak son derece karışık bir dönem oldu. Hilâfete geçtiğinde hâlledilmesi gereken bir çok problemle karşı karşıya kaldı. Bu karışıklıklar Cemel ve Sıffın gibi iç çatışmaları doğurdu. İslâm devleti bünyesindeki bu ihtilâfları giderme konusunda büyük fedakârlık ve gayretler gösterdi. 

Nihayet, Kûfe'de 661 yılında bir Hârici olan Abdurrahman bin Mülcem tarafından sabah namazına giderken yaralandı. Bu yaranın etkisiyle şehit oldu. 

Hz. Ali, devamlı olarak Hz. Peygamber (S.A.V.)'in yanında bulunduğu için Tefsir, Hadîs ve Fıkıhta sahabenin ileri gelenlerindendir. Hatta Resulullah'ın tabiri ile"ilim beldesinin kapısı" olarak ümmetin en bilgini idi. Hz. Peygamber yolunda insanları hakka iletmek için büyük gayretler sarf etmiş ve hilâfet dönemi iç karışıklıklarla dolu olmasına rağmen İslâm'ın öğretilmesi ve öğrenilmesi hususunda büyük katkıları olmuştu. Hz. Ali, bu ümmetin en ileri gelenlerinden biri olarak İslâm'ın bize kadar gelmesinde büyük rolü olan sahabelerdendir . Ne var ki aradan yüzlerce yıl geçmesine rağmen Hz. Ali hakkında ki şaibeler halen hiç de onun tasvip etmeyeceği şekilde süregelmeye devam etmiştir. Kabrinin yeri ne yazık ki belli değildir.
5. Hz. Sa'd bin Ebi Vakkas (R.A.)

Sa'd (R.A.), ilk iman edenlerden biridir. Mekke'de doğmuştur. Sa'd (R.A.), Müslüman olduğu gün henüz namazın farz kılınmamış olduğunu ve o zaman on yedi yaşında bulunduğunu söylemektedir. Sa'd (R.A.), İslâm'a girişine sebep olan olayı şöyle anlatır: "Müslüman olmadan önce rüyamda kendimi hiç bir şeyi göremediğim karanlık bir yerde gördüm. Bu arada ay doğdu ve ben onun aydınlığına tabi oldum. Benden önce bu aya kimlerin uymuş olduğuna bakıyordum. Onlar, Zeyd bin Harise, Ali bin Ebî Tâlib ve Ebû Bekir'di. Onlara ne kadar zamandan beri burada olduklarını sorduğumda, onlar; "Bir saat kadardır" dediler. Araştırdığımda öğrendim ki, Rasûlullah (S.A.V.) gizlice İslâm'a davette bulunmaktadır. Ona Ecyad tepesi taraflarında rastladım. İkindi namazını kılıyordu. Orada İslâm'ı kabul ettim. Benden önce bu kimselerden başkası imân etmemişti"
Sa'd'ın Müslüman olduğunu öğrenen annesi, buna çok üzülmüş ve oğlunu atalarının dinine döndürebilmek için çareler aramaya başlamıştı. Sa'd'a, eğer girdiği dinden dönmezse, yemeyip içmeyeceğine dair yemin etmişti. Sa'd, annesine, bunu yapmamasını, çünkü dininden dönmeyeceğini söyledi. Yeminini uygulamaya koyan annesi, bir zaman sonra açlık ve susuzluktan bayılmıştı. Ayıldığında Sa'd ona; "Senin bin tane canın olsa ve bunları bir bir versen, ben yine de dinimden dönmeyeceğim" demişti. Onun kararlılığını gören annesi yemininden vazgeçmişti. Sa'd (R.A.), Medine'ye hicrete kadar Mekke'de kalmıştır. Dolayısıyla müşrikler tarafından uğradıkları bütün saldırı ve işkencelere diğer Müslümanlarla birlikte Mekke dönemi boyunca muhatap olduğu muhakkaktır. Rasûlullah (S.A.V.)'in vefatından sonra Hz. Ebu Bekir (R.A.)'a bey'at eden Sa'd (R.A.), Hz. Ömer döneminde aktif olarak devlet idaresinde görevler almıştır. Bu dönemde onun en önemli görevlerinden birisi, asrın emperyalist süper güçlerinden birisi olan İran imparatorluğunu çökerten Kadisiye ordusunun kumandanlığıdır. Sa'd (R.A.), Hz. Osman (R.A.)'ın şehit edilişiyle başlayan fitne ve ihtilaflardan tamamen uzak kalmaya gayret etmiştir. O, Müslümanlar arasında kan dökülmesinden çok rahatsız oluyor ve taraflardan kendisine gelen teklifleri geri çeviriyordu. O, ümmetin üzerinde anlaştığı bir halife ortaya çıkıncaya kadar kendisine hiç bir şeyden bahsedilmemesini istemişti. Sa'd (R.A.), gruplar arasında verilen mücadelelerde kimin haklı kimin haksız olduğunun açıklığa kavuşturulmasının mümkün olmadığını bildiği ve haksız yere bir Müslümanın kanını akıtmaktan çekindiği için böyle davranıyordu. Sa'd (R.A.), güçlü bir kişiliğe ve siyasî desteğe sahip olduğu halde, riyaset çekişmelerinin içine girmekten ömrünün son günlerine kadar kaçınmıştır. Sa'd (R.A.), devrin putperest-müşrik süper güçlerinden biri olan İran İmparatorluğunu çökerten ve böylece İslâm'ın kitlelere tebliği önündeki büyük engellerden birisini ortadan kaldıran İslâm tarihinin en önemli savaşlarından biri olan Kadisiye savaşının komutanıydı. Sa'd (R.A.), Hicrî 55 yılında ikâmet etmekte olduğu Medine'nin dışındaki Akik vadisinde vefat etmiştir. Onun vefat tarihi hakkında, 54 ila 58 tarihleri arasında değişen farklı rivâyetler bulunmaktadır.
6. Hz. Said bin Zeyd (R.A.)

Mekkede doğdu, Hayattayken Cennetle müjdelenen on sahabeden biri. Said, babası Zeyd'in kendisine telkin ettiği hanif dininin bilincinde olarak yetişmişti. Rasûlullah (S.A.V.), İslâm dinini tebliğe başladığı zaman, onun çağırdığı dinin babasının söylediği prensiplerle aynı olduğunu gördü ve ona tabi olmakta gecikmedi. Rivayetlere göre o, Rasûlullah (S.A.V.)'in az sayıdaki ashabıyla Erkam'ın evinde gizlice toplanmaya başlamasından önce iman etmiştir. Doğum tarihi kaynaklarda zikredilmemektedir. Saîd bin Zeyd, Bedir savaşı hariç, Uhud, Hendek ve Rasûlullah (S.A.V.)'in diğer bütün savaşlarına katılmıştır. Said (R.A.), ömrünün son günlerini, Medine'nin dışında bulunan Akik vadisindeki çiftliğinde geçirdi ve burada yetmiş yaşını geçmiş olduğu halde Hicrî 50 veya 51 yılında vefat etti. Abdullah İbn Ömer onun öldüğünü öğrendiği zaman doğruca Akik vadisindeki evine gitti ve cenazesiyle ilgilendi. Said (R.A.)'ın cenazesi Medine'ye taşındı ve Sa'd bin Ebi Vakkas tarafından yıkandı. Medine'de defnedilen Said (R.A.)'ın cenaze namazını İbn Ömer kıldırdı ve onu mezara Sa'd bin Ebi Vakkas ile birlikte indirdi. Said (R.A.)'dan bazı hadisler rivayet edilmiştir. Said (R.A.), Hz. Osman (R.A.)'ın şehit edilmesiyle başlayan fitne olaylarına şahit olmuştur. O, ümmetin içine sürüklendiği fitne belasından ve kendini bilmez bazı kimselerin ileri gelen ashabdan bazılarına dil uzatmalarımdan aşırı derecede ızdırap duymuştur.
7. Hz. Talha bin Ubeydullah (R.A.)

Mekkede doğmuştur, Talha, Cennetle müjdelenen on kişiden biri, İslâm'a giren ilk sekiz kişiden ve Hz. Ebubekir aracılığıyla Müslüman olan beş kişiden biridir. Ayrıca, halife seçimini gerçekleştirmeleri için oluşturulan altı kişilik Ashab-ı Şurâ arasında yer almış meşhur bir sahabedir. Rivayete göre, Talha bin Ubeydullah, Busra panayırında bulunduğu bir sırada, oradaki bir manastırın rahibi: "Sorun bakayım, bu panayır halkı arasında, ehl-i Harem'den bir kimse var mı?" diye seslenir. Talha da: "Evet var! Ben Mekke halkındanım" diye cevap verir. Bunun üzerine rahip: "Ahmed zuhur etti mi?" diye sorar. Talha: "Ahmed de kim?"der. Rahip: "Abdullah bin Abdulmuttalip'in oğludur. Bu ay O'nun çıkacağı aydır. O, peygamberlerin sonuncusudur. Haremden çıkarılacak; hurmalık, taşlık ve çorak bir yere hicret edecektir. Sakın O'nu kaçırma" der. Rahibin söyledikleri Talha'nın kalbine yer eder. Oradan alelacele ayrılarak Mekke'ye döner ve yakında herhangi bir olayın meydana gelip gelmediğini sorar. Abdullah'ın oğlu Muhammedü'l-Emîn'in peygamberliğini ilan etmiş oldûğunu ve Ebubekir'in de O'na tabi olduğunu öğrenir. Hemen Ebubekir'in yanına vararak rahibin anlattıklarını haber verir. Sonunda her ikisi birlikte Resulullah (S.A.V.)'a giderler. Talha oracıkta Müslüman olur. Bedir'den sonraki birçok savaşa katılmıştır. Uhud günü Peygamber (S.A.V.)'i kahramanca müdafaa etmiş, O'na bir şey olmasın diye atılan oklara, indirilen kılıç darbelerine karşı vücudunu siper etmiştir. Sonuçta birçok kılıç ve ok yarası almış, aldığı yara neticesi bir kolu çolak kalmış, yine Resulullah'ı müdafaadan geri durmamıştır. Hz. Osman'ın şehit edilmesinden sonra, Müslümanların büyük bir kısmının Hz. Ali'ye bey'at ettiğini biliyoruz. Bu bey'atte bulunanlardan biri de Talha bin Ubeydullah'tır. Ancak, bey'atten kısa bir süre sonra, Talha ile Zübeyr ibnü'l-Avvam'ın, Hz. Ali'ye karşı çıkan Hz. Âîşe'nin yanında yer almışlardır. Neticede ez-Zübeyr, Hz. Ali'ye karşı çıktığına pişman olarak savaş meydanını terk etmiştir. Talha ise mücadeleye devam etmiş, nihayet Cemel günü (h. 36), Mervan bin Hakem tarafından şehit olmuştur. Vefat ettiği zaman tahminen 60-64 yaşlarındaydı. Talha, doğrudan Resulullah (S.A.V.)'dan rivayette bulunduğu gibi, Hz. Ebubekir'le Hz. Ömer'den de hadis nakletmiştir. Ashâbın zenginlerindendi. Zengin olduğu kadar da cömertti. Cömertliği sebebiyle kendisine "el-Fayyâd" denirdi.
8. Hz. Zübeyr bin Avvam (R.A.)

Mekkede doğmuştur, Zübeyr, Hz. Ebu Bekir'in İslâm'a girmesinden kısa bir müddet sonra Müslüman olmuştur. İlk Müslümanların dördüncüsü veya beşincisidir. Ancak ne doğum tarihi, ne de kaç yaşındayken Müslüman olduğu kesin olarak bilinmemektedir. Muhtelif kaynaklar, Müslüman olduğu sırada onun 8-16 yaşları arasında bulunduğu söylerse de bu tahminlerin doğruluğu şüphelidir. Zira babası Avvam bin Huveyfid'in Ficar savaşlarından birinde (kuvvetli bir ihtimalle dördüncü ve son savaşta) öldürüldüğü, onu öldürenin de Mürre bin Muatab es-Sakafi olduğu kabul edilmektedir. Zübeyr'in babası ölünce, amcası Nevfel onun velâyetini üstlenmişti. Küçük yaşta yetim kalan Zübeyr'i, annesi çok döverdi. Amcası da onu savunur, dövmesine engel olmaya çalışırdı. Ancak Zübeyr büyüyüp Müslüman olunca, onu karşı bu sevgisi öfkeye dönüştü. Öyle ki, İslâm'dan dönmesi için onu bir hasıra bağlayıp asar ve ateş yakarak dumanla ona işkence ederdi. Zübeyr, 615 yılında Mekkeli Müslümanlarla birlikte Habeşistan'a hicret etmiştir. Zübeyr, Mısır fethinde de önemli bir rol oynamıştır. Hz. Zübeyr, Talha ve Hz. Âişe'nin, Sıffin Savaşında Hz. Ali'ye karşı cephe aldıkları görülmektedir. Hz. Ali, onları karşısında görmek istemediğinden ikna etme yollarını arıyordu. Bir ara Zübeyr'le karşılaşınca ona; "Ey Abdullah'ın babası! Seni buraya getiren nedir?" diye sordu Zübeyr: "Osman'ın kanını istemeye geldim" dedi. Hz. Ali; "Osman'ın kanını mı istiyorsun? Allah, Osman'ı öldüreni kahretsin. Ey Zübeyr! Rasûlullah'ın sana; "Sen Haksız olduğun halde Ali ile savaşacaksın " dediğini hatırlıyor musun?" deyince, Zübeyr; "Allah şahidimdir ki bu doğrudur" der. Hz. Ali; "Öyleyse benimle ne diye savaşıyorsun?" diye sorunca Zübeyr,"Vallahi bunu unutmuştum, şayet hatırlasaydım sana karşı çıkmazdım, seninle savaşmazdım" dedi. Bu konuşmadan sonra Zübeyr savaştan çekilerek geri döndü. Medine yolunda Temîm kabilesine ait bir su başına vardığında orada bulunan Amr bin Cürümüz, onu takibe başladı. Vâdi's-Sibâ' denilen mevkide bir fırsatını bularak Zübeyr'i şehit etti. Zübeyr (R.A.), cesur ve gözü pek bir Müslümandı. Mekke'de, Allah için ilk defa kılıç çeken odur. Medine'ye hicret ettikten sonra da yapılan tüm savaşlara katılmış, bütün sıkıntılı zamanlarda daima Peygamber (S.A.V.)'in yanında bulunmuştur. Savaşta gösterdiği üstün başarıdan ve çok iyi ok attığından Allah Rasûlü onun, "Hadi at! Anam babam sana feda olsun" diyerek memnuniyetini ifade etmiştir. Yine onun hakkında; "Her peygamberin bir havarisi vardır, benim ki de Zübeyr'dir" buyurmuşlardır.
9. Hz. Ebu Ubeyde bin Cerrah (R.A.)

Ebû Ubeyde, Hz. Ebû Bekir'in dâvetiyle veya Osman bin Maz'un başkanlığında arkadaşlarıyla Rasûlullah'a giderek Müslüman olmuştur. Habeşistan'a göç edenler arasında ikinci kafiledendir. Rasûlullah onun için: ''Her ümmetin bir emini vardır, bu ümmetin emini Ebû Ubeyde bin el-Cerrah'tır" buyurmuştur. Ebû Ubeyde de diğer büyük sahâbîler gibi bütün gazalara katılmıştır. Bedir gazasında müşriklerin safında çarpışan ve kâfir olan babası Abdullah'la karşılaşmış ve onu öldürmüştür. Ebû Ubeyde, Uhud savaşında Rasûlullah'ın yüzüne batan miğfer parçalarını dişleriyle çekerken ön dişleri kırılmış, Hendek'te, Benû Kureyza'da, Rıdvan Beyatinde Hudeybiye'de, Hayber'de, en cesur savaşçılardan biri olmuştur. Ebû Ubeyde, Mekke fethinde, Taif muhasarasında, Vedâ Haccı'nda hep Rasûlullah'ın yanında bulunmuştur. Ebû Ubeyde komutasındaki İslâm ordusu Rumları Humus'ta bir defa daha yenilgiye uğrattı. Ebû Ubeyde, Şam ve çevresinin fetihleri tamamlandıktan sonra "Şam emiri, adaleti" deyimiyle Rumlar arasında bile hayırla anılmıştır. Hicretin 18. yılında Hicaz bölgesinde kıtlık baş gösterince Ebû Ubeyde Medine'ye büyük miktarda yiyecek yardımı gönderdi. Aynı yıl, veya 17. yılın sonlarında- Suriye, Mısır ve Irak'ı Amvas (Amevas) Tâunu diye tarihe geçen veba salgını istilâ etmiş, birçok sahâbî bu salgında vefât etmişti. Ebû Ubeyde de, Hz. Ömer'in Şam'dan ayrılması ısrarlarına rağmen şehirde kalmış ve vebaya yakalanmıştır. Yerine Muâz bin Cebel'i bırakan Ebû Ubeyde şöyle vasiyette bulundu: "Size bir vasiyyetim var. Onu kabul ederseniz hayra erersiniz: Namazınızı kılın, orucunuzu tutun, sadakanızı verin, haccınızı ifâ edin, birbirinizi gözetin, emirlerinize itaat edin ve onları aldatmayın. Dünya sizi aldatmasın. Bir insan bin sene de yaşasa âkıbet şu neticeye varır: Allah insanların alnına ölümü yazmıştır, onun için hepsi ölürler. İnsanların en akıllısı Allah'a en çok itaat eden, âhiret için çok çalışandır. Hepinize Allah'ın selâm ve rahmetini, lütûf ve bereketini niyâz ederim. Haydi Muâz! Cemaate namaz kıldır. " Ebû Ubeyde'nin kabri Şam'da Anta köyü civarında Gavr Beysan'dadır. Tarihçilerin nakline göre Hz. Ömer ve ashâb salgın yerine gelip durumu gördükten sonra hemen oradan ayrılmak istemişler, Ebû Ubeyde Ömer'e, "Ya Ömer, Allah'ın kaderinden mi kaçıyorsun?" demiş, Ömer de, "Evet, Allah'ın kazâsından kaderine kaçıyorum"demiştir. Ebu Ubeyde, züht ve takvâ sahibi, "ümmetin emîni", cesur, savaşçı, adaletle hükmeden, itaatkâr bir sahâbîdir. Aşere-i Mübeşşere denilen, cennetle müjdelenmiş on kişiden biri olan Ebû Ubeyde, Rasûlullah ile devamlı birlikte olduğu halde ondan çok az hadis rivâyet etmiştir.
10. Hz. Abdurrahman bin Avf (R.A.)

Rasûlullah'ın hayatta iken Cennetle müjdelediği on sahâbîden ve ilk Müslümanlardan biri. Hz. Peygamber (S.A.V.)'in Erkam'ın evindeki faaliyetlerine başladığı günlerde İslâm'a giren Abdurrahman'a bu ismi Rasûlullah vermiştir. Abdurrahman bin Avf (R.A.) ilk Müslümanlardan olmasından dolayı Kureyş'in zâlim tutumuna dayanamayan ashâb ile birlikte Habeşistan'a yapılan iki hicrete de katılmıştı. Nihayet Rasûlullah, ashâbı Medine'ye hicret etmeye teşvik edince, o da diğer ashâb ile birlikte hicret etmişti. Abdurrahman bin Avf (R.A.) ticaret hayatını çok iyi bilen Kureyş içinde büyüdüğü için bu işin tam bir uzmanı olarak Medine çarşısında alışverişe başlamış ve Allah ona büyük servet vermişti. Abdurrahman bin Avf (R.A.) Hz. Peygamber (S.A.V.)'in bütün gazvelerine katılmış ve ilk İslâm cihat hareketinden en güzel şekilde nasibini almıştı. Hz. Ömer'in hilâfeti sırasında büyüyen devlet ve genişleyen sınırlar karşısında işlerin daha rahat çözülmesi için oluşturulan devlet şûrâsında Abdurrahman bin Avf'ın önemli bir yer aldığını görüyoruz. Hz. Ömer şehit edildiğinde yarım kalan namazın tamamlanması için Abdurrahman görevlendirilmişti. Nihayet Hz. Ömer'in tedâvî edilmesinin zor olduğu ve ecelinin yaklaştığı anlaşılınca yeni seçilecek halîfenin belirlenmesi için kurulan 'şûrâ'da Abdurrahman bin Avf da yer almıştı. Abdurrahman bin Avf (R.A.) artık bir hayli yaşlanınca Hz. Osman devrinde çok sâkin bir hayat yaşamış ve nihayet hicretin 32. yılında Medine'de vefat etmişti. 

Cenaze namazını Hz. Osman kıldırmış, onu kabrine götürürken Hz. Ali şöyle demişti: "Ey Avf'ın oğlu! Güle güle ebedî hayata git. Sen bu fânî hayatın en güzel günlerini gördün. Bu revnaklı hayat bulanmadan Âhirete göçüyorsun" Sa'd bin Ebi Vakkâs da onun cenazesini taşırken: "Ey koca dağ" diyerek Abdurrahman'ın seciyesindeki sağlamlık ve metâneti ifâde etmişti. Abdurrahman bin Avf Cennetü'l Bâkî'ye defnedilmiştir. Abdurrahman b Avf, Hz. Peygamber (S.A.V.)'den çok hadis duymuş fakat titizliğinden dolayı bunların hepsini nakletmekten çekinmiştir. Hadis mecmualarında ondan altmış beş kadar hadis nakledilmektedir. İslam güneşinin her biri ayrı parlayan bu yıldızlarını daima hatırımızda tutmalı, dinimize lakıyla sahip çıkıp onların bu eşsiz emeklerini zayii etmemeliyiz.

Hicret Olayı

Hicret Olayı


Peygamberimizin Hicreti
a) Dâru'n-Nedve'nin Korkunç Kararı
Akabe görüşmeleri ile Müslümanlık Medine'de yayılmağa başlamış, müşrikler korktuklarına uğramışlardı. Üstelik Mekke'deki Müslümanlar da Medine'ye göç etmişlerdi. Şimdi Hz. Muhammed (s.a.s.) de Medine'ye gider, Müslümanların başına geçerse, Mekkelilerin Şam ticâret yolu kapanabilirdi. Mekke müşrikleri Müslümanlara son derece kötü davranmışlar, târihte eşine az rastlanan işkence ve hakarette bulunmuşlardı. Bunlar Medinelilerle birleşip, kuvvetlendikten sonra kendilerinden öç alabilirlerdi. Durumun ciddiliğini anlayan Kureyş müşrikleri, Mekke'de yapayalnız kalan Peygamber Efendimize ne yapmak gerektiğini kararlaştırmak üzere Dâru'n-nedve'de toplandılar. Müslümanlık tehlikesinin önlenmesiyle ilgili çeşitli fikirler ileri sürdüler. Ebû Cehil:
- Kureyş'in bütün kollarından birer temsilci seçelim. Bunlar aynı anda hücûm edip Muhammed (s.a.s.)'i bir hamlede öldürsünler. Kimin vurduğu, kimin darbesiyle öldüğü belli olmasın. Böylece kanı bütün Kureyş kabîlesine dağılsın, Hâşimîler bütün Kureyş kollarına karşı çıkamayacaklarından kan davasına kalkışamazlar. Çâresiz diyete (kan bedeline) râzı olurlar. Bu iş böylece kapanır... dedi. Ebû Cehil'in teklifi ittifakla kabûl edildi. Diğer teklifler beğenilmedi. Hemen Kureyş kollarında 40 yeminli kişi seçip toplantıyı bitirdiler.
b) Peygamberimizin Evinin Müşrikler tarafından Kuşatılması
Müşriklerin bu korkunç plânını Cebrâil (a.s.) Peygamber Efendimize haber verdi. "Bu gece, her zaman yatmakta olduğun yatağında yatmayacaksın, evini terkedeceksin..." dedi. Böylece Peygamberimize de hicret için izin verildi. Peygamberimiz Hz. Ali'yi çağırdı.
"Ben Medine'ye gidiyorum. Sen bu gece benim yatağımda yat, hırkamı üstüne ört. Müşrikler beni yatıyor sansınlar, onlara bir şey sezdirme. Sabahleyin şu emânetleri sâhiplerine ver. Ondan sonra sen de hemen gel" dedi.
Ortalık kararınca, Kureyş'in seçme cânileri evin etrâfını sardılar. Sabahleyin evinden çıkarken hep birden saldırıp öldüreceklerdi. Hz. Ali, Rasûlullah (s.a.s.)'in yatağına yattı. Hz. Peygamber (s.a.s.) eline bir avuç kum alıp, evini çeviren müşriklerin üzerine saçtı. Saçılan kum taneleri cânilerden herbirine isâbet etmiş, hepsi de derin bir uykuya dalmışlardı. Rasûlullah (s.a.s.) "Yâ-Sîn Sûresi"nin başından:
"Biz onların önlerine ve arkalarına birer sed çektik, böylece gözlerini perdeledik. Onlar artık elbette görmezler" anlamındaki 9'uncu âyetine kadar olan kısmı okuyarak, aralarından geçip gitti. Müşrikler Hz. Muhammed (s.a.s.)'in yatağında yattığını sanıyorlardı. Sabahleyin, yatakta yatanın Ali olduğunu görünce, donakaldılar, ne yapacaklarını şaşırdılar; hiddetlerinden çıldıracak hâle geldiler. Hemen her tarafı aramağa koyuldular. Mekke'yi alt üst ettiler. Fakat Hz. Peygamber yoktu.
Muhammed (s.a.s.)'i bulana 100 deve verilecek, diye ilân ettiler. Bu haber duyulunca, ne kadar mâceracı, cânî, katil varsa, hepsi etrâfa yayıldı. Mekke'de ve Mekke dışında, harıl harıl Hz. Peygamber (s.a.s.)'i arıyorlardı.
Rasûlullah (s.a.s.), gece evinden ayrıldıktan sonra Kâbe'yi tavâf etti. "Ey Mekke, sen Allah katında yeryüzünün en hayırlı ve bana en sevimli yerisin; eğer çıkmak zorunda bırakılmasaydım, senden ayrılmazdım", dedi. Ertesi gün öğle sıcağında Hz. Ebû Bekir'in evine vardı. Allah'ın emri ile, berâber hicret edeceklerini bildirdi. Hz. Ebû Bekir, sevinç göz yaşları ile, 4 aydır dışarıya bırakmayıp, ağaç yaprakları ile beslemekte olduğu iki cins devesini işâret ederek: Dilediğini seç, Yâ Rasûlallah, dedi.
c) Mağarada Gizlenmesi
Gece olunca, her ikisi evin arka penceresinden çıktılar. Ayakkabılarını çıkarıp, ayaklarının uçlarına basarak ıssız yollardan Mekke'nin güneyine doğru ilerlediler. 1.5 saat (3 mil) mesafede Sevr Dağı'nın tepesindeki mağaraya vardılar. Kureyş’in araması bitinceye kadar, (perşembeyi cumaya bağlayan geceden pazar gününe kadar) üç gün bu mağarada gizlendiler.
Ebû Bekir'in oğlu Abdullah, geceleri mağaraya gelip Mekke'de olup biteni anlatıyor, ortalık ağarmadan gene Mekke'ye dönüyordu. Kölesi Âmr b. Füheyre de koyunlarını otlatırken akşamları Sevr dağına götürüp onlara süt veriyordu.
Peygamber Efendimizi ve Ebû Bekir'i arayanlar, iz sürerek, nihâyet Sevr'deki mağaranın ağzına kadar geldiler. Ayak sesleri ve konuşmaları içeriden duyuluyordu. Hz. Ebû Bekir, başını kaldırdığı zaman onların ayaklarını görmüş ve heyecanla:
-"Yâ Rasûlallah, eğilip baksalar, bizi görecekler, demişti, bunun üzerine Peygamber Efendimiz:
-"Korkma, Allah'ın yardımı bizimledir buyurdu.
Tâkipçiler Sevr dağı'na henüz çıkmadan, bir örümcek mağaranın ağzına ağ örmüş, bir çift beyaz güvercin yuva yapıp yumurtlamıştı. Bu durumda Kureyşliler mağaranın içine bakmanın ahmaklık olacağını düşünerek bırakıp gittiler.
Peygamberimizin yola çıktığı Medine'de duyulmuştu. Bu yüzden Medineliler, onu karşılamak üzere her sabah şehir dışına çıkıp bekliyorlardı. 12 Rabiulevvel /23 Eylül 622 Pazartesi günü yine öğleye kadar beklemişler, sıcak bastırınca ümitlerini kesip dönmüşlerdi. Bu esnâda bir iş için evinin yüksek kulesinden etrafı seyreden bir Yahûdî, beyazlar giyinmiş bir kafilenin uzaktan gelmekte olduğunu gördü ve yüksek sesle:
İşte günlerdir yolunu beklediğiniz devletli geliyor, diye haykırdı..



Peygamberimize İlk İnananlar

Peygamberimize İlk İnananlar

Hz.Peygambere ilk inananlar ailesi ve yakın çevresindeki insanlardı. Eşi Hatice, yanlarında kalan amcasının oğlu Ali kölelikten azad ettiği ve kendisine evlat edindiği zeyd, yakın arkadaşı Ebubekir ilk Müslümanlar oldular. Sonra sayıları yavaş yavaş artmaya başladı. Özellikle Ebubekir, yumuşak huylu, bilgili, çevresinde sevilen ve saygı gösterilen bir kimseydi. Bir çok kişinin İslam’a girmesi onun aracılığıyla gerçekleşti.

Peygamber efendimizin katıldığı savaşlar hangileridir?

Peygamber efendimizin katıldığı savaşlar hangileridir?


Bedir Savaşı (624)
Mekke ileri gelenlerinden Ebu Süfyan idaresindeki Kureyş kervanı, Şam’dan dönüşte büyük bir savaşa sebep oldu. Bu büyük ticaret kervanının kanyla Kureyşliler gittikçe kuvvetlenen Müslümanlan ortadan kaldırmak için savaş mühimmatı alacaklardı! Hz. Peygamber (S.A.V.) Kureyş’in can damarı olan bu kervanı takip etmek üzere önce Hz. Talha ve Hz. Saed Ibni Zeyd’i gönderdi.

Daha sonra da kendisi 324 kişilik Müslüman kafilesiyle birlikte Ramazan’ın üçüncü Cumartesi günü Medine’den çıktı Enfal Suresi’nin 42. ayetinde buyurulduğu gibi, maksad büyük bir harp değil islamın ve Müslümanların gücünü göstererek 50 kişi civannda bir Kureyş birliği tarafından korunan kafileye gözdağı vermekti.

İki ordu, Bedir Köyü yakınında karşı karşıya geldi. Kureyş ordusu, daha önce davranarak su başmı tutmuş, Müslümanlar ise suya uzak ve kumluk bir yerde karargah kurmuşlardı.

Savaş kazanılıp Allah’a şükür ve senalar yapıldıktan sonra, ganimet mallan Hz. Peygamber tarafından Müslümanlara paylaştırıldı. İzinli sayılanlara ve şehitlere pay ayrıldı.

Bedir’de esir edilen müşriklerin zengin olanlanndan kurtuluş akçesi alındı. Parası olmayanlardan da her birinin 10 Medineliye okumayazma öğretmesi karşılığında serbest bırakılması kararlaştırıldı. Okuryazar olmayan fakirler, karşılık beklemeden salıverildi.

Uhud Savaşı (625)
Kureyşliler, Bedir’den mağlup ve perişan dönmüştü. Yakınlannı kaybedenler Ebu Süfyan’a vanp Müslümanlardan intikam alınmasını istediler. Ebu Süfyan kervanının sağladığı elli bin altınlık kar ile Araplardan asker toplayıp harp hazırlığı yapmaya başladı.

Bedir’de babası Utbe, amcası Şeybe ve kardeşi Velid’i kaybeden Ebu Süfyan’ın karısı Hind ve diğer Kureyş kadınlarının teşviki ile kabileler arasına gönderilen bazı şairlerin propagandası sonunda kuvveüi bir ordu hazırlandı. Ebu Süfyan’ın komutasındaki müşrik ordusu Medine’nin yakınındaki Uhud Dağı’na gelmiş ve savaş düzenine girmişti.

Hz. Peygamber zırhlanıp silahını kuşanarak ordusunun başına geçti. 700 kişilik İslam ordusu Uhud Dağı’na arka verip Medine’ye karşı saf teşkil etti. Geriden çevrilme tehlikesini önlemek için, tepenin solunda bulunan Hüneyn Boğazı’na Hz. AbduUahIbni Cübeyr’i 50 okçu ile birlikte yerleştirdi. Ve savaş kazanılsa dahi kendisinden emir gelmedikçe yerlerini bırakmamaları tembihinde bulundu.

Müslümanlar bu savaşta yetmiş şehit verdi. Hz. Hamza’nın mübarek vücudu çok feci şekilde parçalanmıştı. Müslüman ölüleri ikişer, üçer gömüldükten sonra Medine’ye dönülmüştü. Hz. Muhammed yarasına ve elindeki kuvvetin çok az olmasına rağmen dönüşün ertesi günü yola çıkarak düşmanı takip etmişti.
Uhud Savaşı’nın Müslümanlar için en önemli sonucu, Hz. Peygamberin emir ve isteğine uymamanın verdiği kötü sonuç idi. Cenabı Hak, Ali imran sûresinin birinci ayet’i Kerimesini Ubud şehitleri için indirdi.

Hudeybiye Barışı (628)
Müslümanların çoğu (Muhacirler) beşaltı yıldan beri doğdukları şehirden (Mekke) uzak olmanın hasreti ile yanıp tutuşuyorlardı. Hz. Muhammed Hendek Savaşı’ndan bir yıl sonra Kabe’yi tavafa karar verdi. Bu habere Müslüman muhacirler epey sevindi. Peygamberimiz bin beş yüz kişilik bir kafileyle Mekke’ye doğru yola çıktı (Mart 628). Müslümanların Mekke’ye yaklaşması müşrikleri telaşlandırdı.

Onlar Müslümanları Mekke’ye sokmamak için HalidBin Velid ve ikrime Bin Ebu Cehil’i giriş yollarını tıkamakla görevlendirdiler. Hz. Muhammed Hudeybiye’ye geldiğinde su kuyularının Halid Bin Velid tarafından tutulduğunu gördü. Kureyşlilere haber göndererek, savaş maksadıyla değil, umre (küçük hac) yapmak niyetiyle geldiklerini bildirdi. Kureyşliler onun bu talebini kabul etmediler.

Bu arada islam kafilesine yaklaşarak ok ve sapanla zarar vermek isteyen Kureyşlilerin bir kısmı esir edildiyse de Hz. Peygamber maksadının savaş olmadığını ispat için çoğunu serbest bıraktı. Mekkeliler Hz. Muhammed’ in savaş için değil gerçekten de umre için geldiğini anladılar ve inandılar. Elçilerin karşılıklı gidip gelmelerinden sonra, nihayet prensiplerde anlaşmaya varıldı. Hz. Muhammed Müslümanların itirazına rağmen, Kureyş elçilerinin isteklerini kabul ederek Mekkelilerle on yıllık bir anlaşma yaptı.

Müslümanların anlaşmadan bir yıl sonra Hz. Peygamber’in başkanlığında büyük bir düzen ve disiplin içerisinde Kabe’yi ziyaret etmeleri Mekkelilerin üzerinde çok iyi bir etki bıraktı. Bu olaydan sonra Halid Bin Velid ve Amr İbnülAs Müslüman olup İslamiyet’e büyük hizmetlerde bulundular.

Hayber’in Alınması (628-629)
Medine’den kovulan Yahudiler (Nadiroğullan), Medine’nin 150 km kuzeyindeki Hayber’e yerleşmiş ve yönetimi ele geçirmişlerdi. Onlar Medine’ye dönmek için Kureyşlilerle Hendek Savaşı’nda işbirliği yapmış ve ticaret yollarını tehdit etmeye başlamışlardı. Hayber Yahudileri, Bizans’a,Gassani Devleü’ne ve müstahkem ve sağlam yapılı kalelerine güveniyorlardı.

Hz. Peygamber Mekke’den, Hudeybiye Banşı sebebiyle zarar gelmeyeceğini düşünerek, bin altı yüz kişilik bir ordu ile Hayber üzerine yürüdü. Hz. Ali’nin büyük yararlıklar gösterdiği bu savaşta, Yahudi kaleleri tek tek düştü ve en son Hayber Yahudileri teslim alınarak siyasi varlıkları sona erdirildi. Böylece, Yahudiler Müslümanların buyruğu altına girdi.

Mekke’nin Fethi (630)
Hz. Muhammed Islamın gücünü tanıtmak ve Islamiyeti Arabistan dışına yaymak maksadıyla Suriye’ye üç bin kişilik kuvvet gönderdi. islam ordusu Muta mıntıkasında büyük bir Bizans ordusuyla karşılaştı. Müslümanlar Hz. Peygamber’in evlatlığı olan Zeyd Bin Haris’in komutasında büyük bir cesaretle savaştılar.

Hz. Peygamber’ in tavsiyesi üzerine Zeyd’in şehadetinden sonra İslam ordusuna kumanda eden Cafer Bin Ebu Talib, ondan sonra da Revaha Bin Abdullah sırayla şehit oldular. Bunlardan sonra İslam kuvvetlerinin basma geçen Halid Bin Velid, gece karanlığından faydalanarak İslam ordusunu büyük bir ferasetle savaş alanından çekti ve mahvolmasını önledi. Medine’ye dönüşünde gösterdiği bu yararlıktan dolayı Hz. Muhammed ona Seyfullah sanım verdi.

Muta olayı Mekkelileri sevindirmişti. Müşrikler Müslümanların ağır bir yenilgiye uğradıklarını sanarak Müslümanlardan korkmaya gerek olmadığını söylemeye başlamışlardı. Kureyşliler ve onların dostu olan Bekir kabilesi, Müslüman dostu olan Huzae kabilesinden yirmi üç kişiyi öldürmüşlerdi. Huzaelerin başkanı Medine’ye gelerek Hz. Muhammed’den yardım istedi. Peygamberimiz, Mekke’ye haber göndererek ölenlerin diyetinin ödenmesini, bu yapılmadığı takdirde Hudeybiye Anlaşması’nın bozulmuş sayılacağını bildirdi.

Mekkeliler korktular. Saldın olayından haberi olmayan Ebu Süfyan’ı Hudeybiye Anlaşması’nı yenilemek üzere Medine’ye gönderdiler. Ebu Süfyan, kimseden yüz bulamadan eli boş olarak Mekke’ye döndü.Hz. Peygamber, Ebu Süfyan’ın aynlmasından sonra gizli olarak savaş hazırlıklan yapmaya başladı.

Peygamberimizin amcası Hz. Abbas, Ebu Süfyan’ı yanına alarak aman dilemesi için islam ordugahına getirdi.

Hz. Muhammed Mekke’ye ve Kabe’ye girdi. Kabe’de ve Mekke dolaylarındaki putların kırılmasını buyurdu. Ertesi gün Hz. Peygamber Kabe’den Islamın emirleri, insan ve kişi hakları, eşitlik, faydalı iş yapma ve takva ile ilgili bilgileri ihtiva eden ayetleri açıkladı. (Bkz. Okuma parçası) Mekke halkından on yedi kişi hariç diğerlerini ve hatta amcası Hz. Hamza’yı şehit eden Vahşi’ yi bile bağışladı.

Huneyn Savaşı (630)
Mekke’nin Müslümanların eline geçmesini Havazin ve Tayf kabileleri iyi karşılamadılar. Bu iki kabile, Havazin kabilesinin başkanı Malik komutasında Mekke’ nin alınması için kuvvet toplamaya başladılar. Malik’in topladığı kuvvet 20 ile 30 bin kişi arasındaydı. Hz. Muhammed, on iki bin kişilik bir ordu ile Mekke’den yola çıktı.

Öncü kuvvetlere komuta eden Halid Bin Velid, ani bir saldırıya uğrayınca öncüler kaçtı, islam ordusunda panik başladı. Hz. Muhammed’in yanında az bir kuvvet kaldı. Fakat Peygamberimizin amcası Hz. Abbas, söz söylemede etkili oldu ve o gür sesiyle, “Ey Akabe de biat edenler. Ey Hüdeybiye’de geri dönmemek için yemin edenler. Nereye? Muhammed burada “diye bağırdı.” Kaçanlar geri dönerek düşmana saldırdılar.

Her savaşta büyük kahramanlık gösteren Hz. Ali düşmanın bayraktarını öldürerek maneviyatlannı sarstı. Düşman bozularak kaçmaya başladı. Malik karışıklıktan istifade ederek Taife kaçtı. Müslümanların eline çok miktarda ganimet ve esir geçti. Bir süre sonra Havazinler islamiyeti kabul ettiler.

Taif Kuşatması (630)
Taif, Mekke’nin güneyinde, havası ve suyu serin, güzel bir şehir idi. Hz. Muhammed hicretten sonra Taife gitmiş fakat umduğunu bulamamış, hatta hakarete uğrayarak taşlanmıştı. Taifliler Hendek ve Huneyn savaşlarında müşriklerle yardımlaşmışlardı. öteden beri Taiflilerin gözü Hicaz liderliğindeydi.HzPeygamberin emri ile Taif kuşaüldı. Yirmi gün süren kuşatma ve saldırıların sonuç vermemesi ve Haram aylarının yaklaşması üzerine kuşatma kaldırıldı. Ertesi yıl Taifliler de islamiyeti kabul ettiler.

Tebük Savaşı (631)
Tebük, Şam ve Medine arasında olup, Bizans sınırının başlama yerine yakındı.Bizanslılar Islamiyetin yayılmasını önlemeye çalışıyorlardı. Suriyelilerin teşviki ile Nabatlılar, İslama karşı kuvvet toplamaya başladılar. O yıl Hicaz’da büyük bir kıtlık olmasına rağmen Hz. Muhammed’in emri ve Müslüman zenginlerin büyük gayretleri ile sıkıntı ordusu adı verilen 30 bin kişilik bir gönüllü ordusu toplandı.

Her türlü sıkıntı ve zorluğa rağmen İslam ordusu Tebiik’e vardı. Bizans, içişleri ile uğraştığından Müslümanlarla çatışmaya girmedi. Nabatlılar ve müttefikleri Hz. Muhammed’in büyük bir ordunun başında geldiğini duyunca savaşmaya cesaret edemediler.

Bu sırada Suriye’de veba salgını bulunması ve havaların aşın derecede sıcak olması sebebiyle Tebük’te 10 gün kalındı. Hz. Muhammed, Halit Bin Velid’i “Dumet’ül Cendel” emiri üzerine göndererek burayı ve bazı kabileleri vergiye bağladı. İslam ordusunun Tebiik’e kadar gelmesi Bizans ve İran baskısı altındaki kabilelere bir ümit ışığı oldu. Her taraftan Medine’ye elçiler gelmeye ve Müslümanlık daha geniş alanlara yayılmaya başladı.

İlk vahyin gelişi nasıl gerçekleşmiştir?

İlk vahyin gelişi nasıl gerçekleşmiştir?
Sene milâdi 610. 
Kâinatın Efendisi kırk yaşında.
Yıllardan beri devam edip gelen bir âdetleri vardı: Her senenin Ramazan ayını Hirâ Dağının tepesindeki mağarada tefekkür, ibâdet ve duâ ile geçirirdi.1
Burası sesiz ve sâkindi. Tefekkürüyle başbaşa kalması için en müsâit yerdi. Cemiyetin bozuk havasından sıkılan mübârek ruhları burada âdeta teneffüs ediyor ve huzur buluyordu.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hirâ mağarasında rastgele değil, ceddi Hazret-i İbrâhim'in Hanîf dini üzere ibâdet ve tâatta bulunuyordu.12
Ömr-ü Saadetlerinin bu kırkıncı senesinin Ramazan ayını da aynı şekilde Hirâ'da ibadet ve tâatla geçirecekti. Hanımı Hatice-i Kübrâ'nın hazırladığı azığıyla Hirâ Dağına doğru ilerliyordu.
Kâinat, o anda âdeta Efendisinin attığı her adımı hürmetle takib ediyor ve derin bir sükûnete gömülü duruyordu. Fakat, bu sükût ve sükûnet mânâsız değildi. İbret ve hikmetle doluydu.
Kâinatın bu mânâlı sükûtuna, Peygamberimiz (s.a.v.) de derin düşüncesiyle katılıyordu ve âdeta bir ahenk meydana getiriyorlardı. Sanki kâinat onun muazzam ruhuna derinden derine fısıldıyordu: "Sebeb-i vücûdum sensin. Mânâmı da en güzel izah edecek sensin. Hikmetle, ibretle dolu olduğumu bildirecek sensin. Onun için sana minnettarım. Sana hürmetkârım..."
Kâinatın Efendisi, artık sesiz, sâkin ve İlâhi tecelli mazhariyetine erecek Hirâ Dağının tepesindeki mağaradaydı. Burada ibadetiyle, tâatıyla, duâ ve tefekkürüyle meşguldü.
Ramazan ayının on altı gecesi geride kalmıştı. 
Ve Ramazanın on yedisi Pazartesi gecesi idi.
Nur Dağı derin ve mânâlı bir sessizliğe bürünmüştü. O civarda her şey de onunla birlikte sessiz ve sâkindi. Konuşulacakları kimbilir dinlemek, söylenenleri âdeta duyabilmek eşsiz mazhariyetine ermek için... Konuşacak olan ile dinleyene belki de hürmet için...
Gecenin yarısı geçmiş idi ve zaman seher vaktine ayak basmıştı. Bülbüllerin ötmeye başladığı, güllerin bütün güzellikleriyle etrafa koku tebessümleri dağıttıkları ve Allah'ı zikredenlerin coşup sonsuz hazza eriştikleri müstesnâ vakit!
Vahiy meleği Cebrâil (a.s.) en güzel bir insan suretine bürünmüştü. Mis gibi kokularla çevre buram buram kokmakta idi. Havf ve recâ, heyecan ve sükûnet tecellileri içiçe idi.
Cebrâil (a.s.), son derece sevinçlidir. Çünkü, son resûl ile, Peygamberler Peygamberi ile muhatap olacak, "habibullah" ünvânını îmânı, ibadeti, tefekkürü ve mücâhedesiyle hak edecek olan Sultan-ı Levlâk'la konuşacak, Onunla yüzyüze gelecekti.
Beklenen an gelmişti. 
Vahiy meleği Cebrâil (a.s.) bu ıssız ve karanlık gecede, güzel bir insan suretinde, etrafa ışıl ışıl nûrlar saçarak göz kamaştırıcı bir aydınlıkla Kâinatın Efendisine göründü. Tatlı fakat gür bir sadâ ile hitap etti:
"Oku!" 
Kâinatın Efendisini hayret ve korku sardı. Yüreği ürperiyordu! 
"Ben okuma bilmem" diye cevap verdi.
Hazret-i Cebrâil, kendilerini kucakladı ve sıkıp bıraktıktan sonra, tekrar, 
"Oku!" diye seslendi.
Fahr-i Kâinat aynı cevabı verdi: 
"Ben okuma bilmem!"
Hazret-i Cebrâil, ikinci kere Kâinatın Efendisini kucakladı ve sıkıp bıraktıktan sonra yine seslendi:
"Oku!"
Bu sefer Fahr-i Kâinat:
"Ben okuma bilmem," dedi. "Söyle ne okuyayım?"
Bunun üzerine melek, Allah'tan aldığı ve Resûlüne teslim etmeye geldiği Alâk Sûresinin ilk ayetlerini başından sonuna kadar okudu:
"Yaratan Rabbinin ismiyle oku. O Rabbin ki, insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku. Rabbin sonsuz kerem sahibidir. O, insana kalemle yazmayı öğretendir." 3
Heyecan ve haşyetin son haddinde Kâinatın Efendisi bizzat konuştuğu lisanla nâzil olan âyetleri kelimesi kelimesine tekrar etti. Artık, inen âyetler Allah Resûlünün hem diline, hem kalbine yerleşmişti.O andaki vazifesi sona eren Hazret-i Cebrâil de birden bire kayboluverdi.

Pey­gam­ber Efen­di­miz’in Ço­cuk­la­rı


Pey­gam­ber Efen­di­miz’in Ço­cuk­la­rı





bni İshak, Peygamberimizin (Tâhir) ile (Tayyib) adında iki evlâdı daha olduğunu söylemekte ise de bunların Abdullah'ın sıfatları olduğu bildirilmiştir.

1) Kasım: 

Rasûl-i Ekremin ilk çocuğu Kasım idi. Bu sebepten künyesi: Ebül-Kasım (Kasımın babası) oldu. Hazreti Peygamber, Ebûl-Kasım adiyle çağırılmasın-dan hoşlanırdı. Ashab da kendisini bu isimle çağırırlardı. İbni Sa'de göre, Kasım iki sene yaşadı. Mekkede vefat etti. Rasûl-i Ekremin çocukları içinde ilk ölen: Kasım oldu. 

2) Zeyheb:

Peygamberimizin en büyük kızıydı. Kasımdan sonra doğmuştu. Zeyneb doğduğu zaman, Rasûl-i Ekrem otuz yaşındaydı. Mekke'de doğmuş olan Zeyneb, Hicretin sekizinci senesi Medine'de vefat eyledi. Otuz yaşında bulunuyordu.

Zeyneb, önce, teyzesinin oğlu Ebûl'as ile evlenmişti. Ebûl as bidayette müşriklerden ayrılmadığı için, "Bedr" gazvesinde müslümanların eline esir düşmüş, kurtulunca, Zeynebi Medine'ye göndereceğine söz vermişti. Rasûl-i Ekrem, ailesini getirmek için, "Harise oğlu Zeyd"i göndermişti. Zeynebi Medine'ye götüren Zeyd oldu. Zeyneb Medine'ye gitti ve fakat zevci Ebûl'as Mekke'de kaldı.

Ebûl'as, bir seriyye esnasında yine müslümanların eline esir düştü ve fakat Hazreti Zeyneb'in himayesi sayesinde serbest bırakıldı.

Ebûl'as, ikinci defa esirlikten kurtulunca, Mekke'ye gitti. Emanetleri sahiplerine verdikten sonra, müslümanlığı kabul etti. Medine'ye hicret eyledi. Müslüman olduğu için nikâhları yenilendi. Ebûl'as, Hazreti Zeynebe iyi muamele ederdi. Bu yüzden, Rasûl-i Ekremin takdirini kazandı. Zeyneb, kocasına tekrar kavuştuktan sonra çok yaşayamadı. Vefatında, cenazesi "Ümmü Eymen" ile "Hazreti Sevde" tarafından yıkandı. Namazını Rasûl-i Ekrem kıldı. Mezarına Ebûl'as indirdi.

3) Rukayye

Rasûl-i Ekremin ikinci kızıydı. Doğduğu zaman Hazreti Peygamber Efendimiz, otuzüç yaşında bulunuyordu. Rukayye babasının Peygamberliğinden önce, Ebûlehebin oğlu, Utbe ile nişanlanmıştı. Rasûl-i Ekrem, halkı İslama dâvete başlayınca Ebû leheb, oğlunu çağırdı:

- "Oğlum! Muhammed'in kızından ayrılmıyacak olursan, ben senden ayrılırım." dedi. Utbe de babası Ebûlehebin teşvikiyle "Rukayye"yi bıraktı. O zaman Rukayye, Hazreti Osman ile evlendi. Habeşistana göç eden ilk kafileye Hazreti Osman, zevcesi Hazreti Rukayye ile birlikte katılmışlardı. Hazreti Osman, Habeşistandan Mekke'ye dönmüş, oradan da Medine'ye hicret etmişti. Rukayye, Bedr gazası günlerinde hastalanmış, bu yüzden Hazreti Osman, Bedr muharebesinde bulunamamış, hattâ zevcesi başında kaldığı için, mazeretliler arasına konulmuştu.

Bedr gazası zaferini Harise oğlu Zeyd, Medineye ulaştırdığı gün, Hazreti Rukayye vefat etmişti. Rasûl-i Ekrem de, Bedr savaşı yüzünden, kızı Rukayyenin cenazesinde bulunamamıştı.

4) Ümmü Külsüm:

İslâmiyet gelmeden önce doğdu. Annesi hazret-i Hadîce’dir. Ümmü Gülsüm İslâmiyet gelmeden önce Ebû Leheb’in ikinci oğlu Uteybe ile nişanlanmıştı. İslâmiyet gelince Ebû Leheb îmân etmedi ve İslâmiyetin çok azgın bir düşmanı oldu. Onun hakkında (Tebbet) sûresi nâzil olunca oğluna Ümmü Gülsüm’den ayrılmasını söyledi. O da babasını dinliyerek ayrıldı.

Bedr gazasının sonunda, Hazreti Rukayyenin ölümünden bir yıl sonra, Hicretin üçüncü yılı, Hazreti Osmanla evlendi.

Buhârînin bildirdiğine göre, Hafsa dul kalınca, Hazreti Ömer, Osman'a müracaat ettiği zaman, Hazreti Osman tereddüt etmişti. O zaman Rasûl-i Ekrem, Ömere:

- "Ben sana Osman'dan, Osman'a da senden daha iyi bir adam bulacağım. Kızını bana ver, ben de kızımı Osman'a vereyim."

demişti .

Hazreti Osmanla evlenen Ümmü Külsûm, onunla altı yıl beraber yaşadı. Hicretin dokuzuncu senesi vefat etti. Cenaze namazı Rasûl-i Ekrem tarafından kılındı. Hazreti Ali Hazreti Fadl ve Hazreti Üsâme tarafından gömüldü.

Hazreti Osman, Rasûl-i Ekremin iki kızı: Rukayye ve Ümmü Külsûm ile evlendiği için, "İki nur sahibi" mânâsına "Zinnûreyn" sıfatını kazanmıştı: 

5) Fâtıme:

Rasûl-i Ekremin en küçük ve fakat en sevgili kızıydı. İlâhî vahiy ilk geldiği zaman, Mekke'de doğdu. Hicretin ikinci senesi Medinede Hazreti Ali ile evlendi. Evlendikleri zaman Hazreti Fâtıme 15, Hazreti Ali 24 yaşındaydı. Rasûl-i Ekrem, kızı Fâtıme için, yatak çarşafı, iki değirmen, bir su tulumu hazırlamış, Hazreti Fâtıme, değirmenlerle su tulumunu, bütün ömrü boyunca kullanmıştı.

Rasûl-i Ekrem Hazreti Ali ile Hazreti Fâtımenin iyi geçinmesini ister, aralarında ihtilâf çıkarsa, onları barıştırırdı. Bir gün Ali, Fâtımeye şiddetli bir muamelede bulunmuş, Fâtıme de Rasûl-i Ekreme başvurarak Ali'yi şikâyet eylemişti. Fâtımeden sonra, Ali gelmiş, o da Fâtıme'yi şikâyette bulunmuş, fakat Rasûl-i Ekrem ikisin de barıştırmıştı.

Bir defa da, Hazreti Ali ikinci bir zevce almaya kalkmış, bunu haber alan Rasûl-i Ekrem çok üzülmüş bir hutbesinde;

- Benim kızım benim ciğerparemdir. Kızımı kederlendiren her şey, beni de kederlendirir" demiş, bunun üzerine Hazreti Ali teşebbüsünden vazgeçmiş, Hazreti Fâtımenin sağlığında başka bir kadınla evlenmemişti: 

Hazreti Fâtıme, Hicretin 11 inci senesi, babasından altı ay sonra vefat eyledi. Rasûl-i Ekrem Efendimizin irtihalinde kızı yirmibeş yaşındaydı.

Rasûl-i Ekrem, kızı Fâtımeyi çok severdi. Hastalığı sırasında onu yanına çağırdı. Kulağına fısıldadı. O zaman Fâtıme ağladı. Sonra yine fısıldadı. Bu sefer, Fâtımenin yüzü güldü. Hazreti Âişe sordu. Hazreti Fâtıme de:

- "Önce, Rasûl-i Ekrem, hastalığı sonunda öleceğini söyledi: Ağladım. Sonra, ailesi içinde kendisine ilk kavuşacak olanın ben olduğumu haber verdi: O zaman da sevindim."' diye cevap vermişti: 

Rasûl-i Ekrem Efendimizin soyunu yaşatan Hazreti Fâtıme oldu. Fâtımenin beş çocuğu oldu: Hasen, Hüseyn, Muhsin, Ümmü Külsûm, Zeyneb isimlerinde idi. Bunlardan Muhsin, küçükken vefat etmişti.

6) Abdullah:

Hicretten önce, onbirinci senesi Mekke'de doğdu: Üç ay yaşadı. Küçükken öldü. "Tâhir ve Tayyeb" Abdullahın diğer isimleriydi. 

7) İbrahim:

Rasûl-i Ekremin en küçük çocuğu ve en küçük oğluydu. Hicretin sekizinci senesi Medine'de doğdu. İbn İshaka göre, Resûl-i Ekremin İbrahimden başka bütün çocukları, Peygamberlikten önce doğmuşlardı. İbrahim, Mısırlı Hazreti Mâriyeden dünyaya gelmiş, Hazreti Âişenin rivayetine göre, onyedi veya onsekiz aylıkken vefat etmişti.

Rasûl-i Ekrem, İbrahimin doğumundan çok memnun olmuş, yedinci günü bir ziyafet vermiş, fukaraya sadaka dağıtmış, oğluna Hazreti İbrahimin adını takmıştı. Çünkü:

Rasûl-i Ekremin Hazreti Hadîceden doğmuş olan erkek çocukları küçük yaşlarındayken ölmüşlerdi. Diğer zevcelerinden de evlâdı olmamıştı.

Ebû Rafiın zevcesi Selmâ, yeni doğan İbrahime sütannelik yapmıştı. Buhârî, "Ümmü Seyf'in ibrahimi emzirdiğini bildirmektedir. Rasûl-i Ekrem, sütanneye uğrar, İbrahimi görür, okşar ve öperdi.

İbrahim, Ümmü Seyfin evinde öldü. Hazreti Peygamber, çocuğunun hastalığını duyunca, Avfoğlu Abdurrahmân ile onun yanına gitmiş, İbrahimin ölüm pençesinde kıvrandığını görünce, dayanamamış ağlamıştı. Abdurrahmân:

- "Yâ Resûlallah! Ne yapıyorsunuz," deyince, Rasûl-i Ekrem: 

- "Şefkat duygularım galeyana geldi. " buyurmuştu.

Rasûl-i Ekrem, oğlunun cenaze namazını kılmış, Abbâs oğlu Fadl, Zeyd oğlu Üsâme, Maz'un oğlu Osman, İbrahimi mezarına indirmişti.Beki' meza lığına gömüldü.

İbrahim öldüğü zaman güneş tutulmuştu. Halk, güneş de mateme katıldı, deyince Rasûl-i Ekrem:

- "Güneş ile ay, Allahın âyetlerindendir. Bir fânînin ölümü yüzünden tutulmazlar!" diye hitapta bulunarak, müslümanları böyle yanlış anlayışlardan uzaklaştırmışlardı.